Hepimizin aşina olduğu sanat tarihi o kadar erkek odaklı bir tarih anlatımı ki aslında bildiğimiz yöntemler, motivasyonlar, gelişim süreçleri hep erkeklere ait. Benim de ilgimi çeken aslında kadınların nasıl ve neden sanat yaptığı. Bu merakımın peşinde örgü ve dokuma üzerine araştırmalara başladım ve içinden çıkamadığım bir denize daldım. Öyle bir noktaya geldim ki 3 haftadır bu yazıyı yazmaya çalışıyorum ama toparlayamıyorum. En sonunda “Neyse Bade tez yazmayacaksın sadece heyecanını paylaş artık” dedim ve sizinle araştırma notlarımı paylaşmaya karar verdim.
Bauhaus okulunun dokuma atölyesi öğrencileri
Biraz mitoloji ile başlayalım. Ben dokuma meselesinin mitolojide bir yeri olduğunu bile bilmiyordum. Mesela bilgelik ve savaş tanrıçası Athena dokuma tezgahının mucidiymiş. Kendisi aynı zamanda “binlerce zanaatin tanrıçası” olarak anılırmış ve ölümlülere dokuma sanatını öğretirmiş. Bir de Yunan Mitolojisinde Three Fates/Üç Kader isimli bir hikaye var. Üç kadından birincisi Clotho (ingilizce cloth/kumaş kelimesi buradan geliyor), hayatın başında kaderin iplerini örer. Lachesis bunları ölçerek bir yaşamın ne kadar süreceğini belirler. Son olarak Atropos da onları kestiğinde hayat sonlanır. Kader ağlarını ördü deyimi buradan geliyor.
Hikaye örgüsü deriz mesela. Hikayeler ve örgü/dokuma arasındaki ilişki bir sürü kültürde var. Textile/tekstil ve text/metin kelimeleri Latince “texere” kelimesinden geliyor. Yani to “weave/dokuma”. Aslında dokuma, nakış ve örgünün hikaye anlatma ile ayrılmaz bir bağı var. Ve kadın sanatçıların kendi hikayelerini anlatmak için bu yöntemleri seçmesi…yani bilmiyorum çok etkileniyorum bu bağlantılardan :) Bu arada tabi ki bu yöntemleri kullanan, ip ile çalışan erkekler de var ama ben kadınlıkla çok özdeşleştirildiği için bu şekilde ele almak istedim.
Hikâyelerini ilmek ilmek dokuyan, kendi tarzlarını ve seslerini dile getirmek için farklı yöntemler kullanan kadınların daha çok görünür olması lazım. Özellikle örgü, dokuma, nakış gibi metotlar ev içerisinde kaldığı, kadınların “uğraşı” olarak görüldüğü için sanattan çok zanaat olarak görülüyor. Bense bu metotları kadınların sınır tanımazlığının bir örneği olarak görüyorum. Bu süreçte beni etkileyen iki sanatçıdan da bahsetmek isterim.
Anni Albers
Anni’den “önce dokuma bir zanaatti ama ondan sonra sanat haline geldi” deniyor. Anni Albers, Bauhaus okulunun önemli figürlerin biri. Bauhaus, 1919’da açılmış radikal bir sanat-tasarım okulu. İlk açıldığında sözde kadın erkek eşitliğini savunan ve kadınları teşvik etmesiyle bilinen bir yer olsa da gerçekte yönetimi kadınların güzel sanatlar atölyelerine girmelerini kabul etmemiş ve seramik, dokuma gibi geleneksel sanat atölyelerine katılmalarına izin vermiş. (Zamansal olarak not düşmek gerekirse bizde de 1914’te Sanayi-i Nefise Mektebi ilk kız öğrencilerini almaya başlamıştı).
Anni ise bu sınırlar çerçevesinde fark yaratan kadınlardan biri. İlk başlarda dokuma ile hiç ilgilenmediğini ama Bauhaus’ta kalabilmenin tek yolu olduğu için kabul ettiğini söylüyor. Sonrasında dokuma Anni için bir oyun ve keşif alanına dönüşüyor. Renklerler, formlarla, farklı materyaller ile oynamaya başlıyor. Albers 1933 senesinde eşi ile birlikte Nazi Almanya’sından kaçarak Amerika’ya, Black Mountain College’a gidiyor. Albers burada öğrencilerine çim, mısır koçanları gibi farklı materyalleri işlerine dahil etmeleri için teşvik ediyor. Gelenekselin sınırları içinde tanıştığı dokuma ile tasarım ve materyal üzerine ders veren bir sanatçı haline geliyor. Böyle düşündüğümde inanılmaz gururlanıyorum. Yapmaya çalıştığı başlıca şeylerden biri de aslında dokuma kullanılarak yapılan işlerin de resim gibi kabul görebilmesi. “Resimsel dokumalar” dediği işlerini bağımsız sanat eseri olarak sunuyor. Sonucunu da alıyor. Kendisi MoMa’da sergilenen ilk tekstil sanatçısı.
“İnsanların tekstili her zaman bu yararlı anlamda düşünmeye bu kadar eğilimli olmalarını büyük bir sorun olarak görüyorum. Üzerine oturmak istiyorlar; onu giymek istiyorlar. Ve onu duvara asılabilecek, bir tablo ya da heykelin sahip olduğu niteliklere sahip bir şey olarak düşünmekten hoşlanmıyorlar”
Eline aldığı materyaller ile dünyalar yaratıp, sınırları aşan ve ufuk açan Anni 🖤
Hripsime Sarkisyan
Şimdi de kendi coğrafyamıza geri dönelim. Yahudi bir kadından sonra Ermeni bir kadının hikayesi bu. Beni bu hayatta en etkilemiş hikayelerden, işlerden biri olabilir. Bir yandan Anita Toutikian’nin ananesi Hrispime ile yeniden bağ kurma hikayesi bu aslında. Hrispime 1915’te henüz sadece 7 yaşında. Hikayesini aşağıya bırakacağım linkten okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Ben burada kısaltarak detaylarını atlamak istemiyorum. Baştan sona okunması gereken bir hayat hikayesi. Babasının uçurumdan atılarak katlediğini gördükten sonra 7 yaşında bir yetişkine dönüşüyor ve kendini ailesini korumaya adıyor. Tüm hayatı mücadele ile geçen Hrispime, eşini kaybettikten sonra 1970lerde nakış işlemeye başlıyor. Çevresindekilerin “bir nevi uğraş olsun” diye yorumladığı bu sürecin aslında hasret dolu bir yuva arayışı olduğunu biz torunu Anita sayesinde öğreniyoruz.
Anita klinik psikolog ve sanat terapisti/analisti. Bu hikayeyi sadece Hrispime’nin nakışları çerçevesinde değil, onunla ve kendi kimliğiyle tekrardan bağ kurmaya çalışan torunu etrafında da okumak çok değerli. Anita ananesinin nakışlarını bir dedektif, kaşif edasıyla, dilini hiç bilmediği bir yazıt gibi incelemeye başlıyor. Ve buldukları inanılmaz.
Hrispime nakışlarına çocukluğunu, yaşadığını coğrafyayı işliyor. Kuşbakışı çizilmiş krokiler adeta. Bitki örtüsü, dağlar, tepeler... Aslında bunlar haritalar. Bakın tüylerim diken diken oluyor. İnanılmaz! Otoportrelerini de Anita’nın okuması sayesinde anlıyoruz. Lütfen lütfen bu linkten detaylı bir şekilde bakın. Hrispine’nin sanatını anlamak için hayat hikayesini bilmemiz gerekiyor. Acılarla dolu kişisel bir tarih nasıl bu kadar ustaca, zekice aktarılabilir. İnanılmaz.
Kendi sesini, dilini yaratan, hikayesini ustalıkla anlatan Hrispime ve bu dili zekice çözen Anita 🖤
Dokuma, nakış konusunda daha yazılacak anlatılacak çok konum var. Bunu ilk bölüm gibi sayabilirsiniz. Hep şunu düşünüyorum: çocukken ya da genç kızken kadınların bu kadar yaratıcı olduğunu, onlara biçilmiş sınırları aşıp harikalar yarattığını, kendi dillerini yoktan var ettiklerini daha sık duysaydım daha özgüvenli bir kız çocuğu olurdum. Şimdi de içim(iz)deki çocuk için bunları dile getirmek istiyorum.
Bir sonraki randevuda görüşmek üzere!
Sevgiler,
Bade Çayır